Aşık olmuştum. Öyle böyle değil… Kalbim yerinde durmaz, gözlerim hep onu arardı. Bir gün o meşhur gün yanağımdan öptü. Sadece bir saniyelik bir temas belki ama benim için zaman durdu. Eve gidince ilk işim aynanın karşısına geçmek oldu.
O öptüğü yere baktım. Baktım… durdum… elimi sürdüm. “Acaba izi kalmış mıdır?” dedim kendi kendime. Hani sanki ruj değil, mucize değmiş gibi.
Sonra ne olduysa o dillere destan hikâyemizin dönüm noktası geldi. Bir kız vardı o da boş durmadı tabii bizimkine şimdiki tabirle “flörtöz” davranmaya başladı. Ama o zamanlar ben “flörtöz” kelimesini bilmem; ben direkt “kafa tası atar mod”da yaşardım.
Bir anda gözüm karardı, gittim kızı bir güzel dövdüm. O kadar sinirlenmişim ki, bizimki bile şaşırdı. O da sinirle camdan kafasını çıkarıp kendini atacak gibi sarkıp bir çığlık attı ki, Safranbolu’dan duyulmuştur.
Sonrası mı?
Ben disiplin cezası aldım. Normalde iş aktimi fesih etmeleri gerekiyordu, ama çok fırlama işinde çok iyi bi kız çocuğuydum ve yöneticim beni iyi tanıyordu. O kız da benim 10 metre yakınıma bile yaklaşamaz hale geldi.
Ama hırsım geçmişti, içimdeki fırtına dinerken, geriye tatlı bir anı kalmıştı sadece. Bilenler iyi bilir bu aşkı. Selam olsun o kızada, onu bile kucaklayabilecek bir hale geldiğim kendimi seviyorum.
Ve sonra bir Sevgililer Günü… izin alıp bana hediye almaya gitti. Gümüş bir künye getirmiş. Künyeyi elime alınca, yeminle Trabzon burması gibi geldi bana. O kadar değerliydi.
Belki pırlanta değildi ama kalpten gelen bir “ben seni seviyorum”du o künye.
Ve ben o gün anladım: aşk dediğin bazen bir öpücükte başlar, bir kavgayla büyür, bir gümüşle ölümsüzleşir. 💫 Şimdi düşünüyorum… Neyim eksikti ki tanımadığım huyunu suyunu bilmediğim bir erkeğe aşık olduğumu sanıyor, sadece bir bakışa, bir söze, bir ihtimale heyecan duyuyordum?
Kalbim öyle çabuk ısınırdı ki, sanki biri bana “güzel” dese içimde kış bitiyor, bahar başlıyordu. Ama şimdi o heyecanları düşündükçe, içimde bir burukluk hissediyorum.
Sanki her o coşkun kalp atışının arkasında, tamamlanmamış bir şey vardı.
Bir eksiklik…
Adını koyamadığım bir boşluk…
Belki de o boşluk, babamın var olup da hiç “var olmamasıydı.”
Evin içinde sesi vardı ama sevgisi yoktu,
kalbim ondan uzaktı.
Ve ben, o uzaklığın içinde bir gün biri bana sıcacık baktığında, “işte bu sevgi” sanmış olabilirim.
Şimdi anlıyorum…
Ben aslında o erkeklere değil, içimdeki küçük kızın özlemini duyduğu sevgiye tutulmuşum.
Beni fark etsin, değer versin, korusun istedim.
Bir bakışla tamamlanmak istedim.
Ama artık biliyorum ki, eksik olan ben değilmişim…
Eksik olan, bir babanın kızına vereceği o güven, o koşulsuz sevgiydi.
Ve ben bunu fark ettikçe, içimdeki küçük kızın ellerinden tutup diyorum ki:
“Artık tamamız.
Artık bir başkasının bakışında değil, kendi kalbimizin ışığında bulacağız sevgiyi.”
27 Ekim 2025 09:35
Soğuk Suyun Altındaki Çocuk
Kardeşim bir gün eve geldiğinde körkütük sarhoştu. Öyle bir haldeydi ki, insanın içini ürperten o alkol kokusu, kapı eşiğinden içeri girdiği anda bütün evi doldurmuştu. Yanında bir arkadaşı vardı, adı İbo. O gece kardeşim ne yapmıştı, neden babamın öfkesine hedef olmuştu, hâlâ tam hatırlayamam… Ama hatırladığım bir şey var; babam, kardeşimi buz gibi suyun altına sokmuştu. Gecenin bir vakti, soğuk suyun acımasız şırıltısı, kardeşimin titreyen bedeninden yankılanıyordu. İbo ise korkudan donup kalmış, sadece bakabilmişti. Bir gün sonra keşke koluna takıp kardeşimi bu meret böyle içilir diye alıp o yeşilliklerin oraya götürseydi, babadan öğrenseydi. Benim anne tarafımda kronik bir şekilde bağımlılık mevcut. Annem mesela çay bağımlısı bilseydi alışsaydı belki alkolde olurdu. Ailenin erkekleri almış alkol bağımlılığı görevini.Çay kız çocuklarına mahsus.
O günden sonra İbo babamdan korkmaya başladı. Defalarca söyledi bunu. Bir çocuk yüreğinin ürkekliğiyle değil, bir insanın içindeki güven duygusunu tamamen yitirmiş birinin sesiyle söylerdi.
Sonra bir gün yine bir şey oldu. Belki geç geldi, belki babamın sözünü dinlemedi… Kim bilir, belki sadece gençti, sadece on altı yaşındaydı. Ama babamın öfkesi o yaşta bir çocuğa ağır geldi. Kardeşim ayakkabılarını bile giymeden evden kaçtı. Koşa koşa Turgut amcanın kızı Nurhan’ın eşi, İbrahim abinin kahvesine sığındı. Bir hafta boyunca bilardo masasının üzerinde yattı dediler orada. Soğuk masanın üzerinde, bir çocuğun uykusuz gecelerine sığan koca bir korku birikti.
Babam bu hikâyeleri yıllar sonra bile anlatırken, yüzünde garip bir gurur olurdu. “Benim oğlum dersini öyle öğrenir,” derdi. Oysa o ders, kardeşimin yüreğinde açılmış bir yara olmuştu.
Kardeşimle ben bir dönem Gürmen’de çalıştık. Mola saatlerinde fabrikanın arka tarafına geçtiğimizde, köyün dışındaki Karıt Köyü ve Bostsnbükü arasında yeşillik düzlüğü görürdük. Köyün erkeklerinin alkol aldığı o yerde, babam da otururdu bazen arkadaşlarıyla. Onu izlerdik uzaktan, sessizce. Sonra mola biterdi; ben makinenin başına, kardeşim kumaşların başına dönerdik.
Ama kardeşim çok kalamadı işte… Çıktı. Sonra babam, “başıboş” dedi onun için.
Ben hep düşündüm: Başıboşluk neyle olurdu?
Bir insanın başını boş bırakan, sevgi eksikliğiydi belki.
Ya da bir babanın soğuk suyun altına soktuğu çocuğun içinden eksilttiği güven.
Babamın da içtiği günler olurdu. Ama onu o buz gibi suyun altına sokacak kimse yoktu.
İşte bu yüzden, bazı adaletler hiç kurulmaz bu dünyada. Kardeşimin bugün yaptıklarını geçmişi aklayamaz. Ne eş olabildi ne baba ne evlat, başkalarını suçlayarak kendini iyi hissetti. İyi yada sadece adil bir insan olma yolunda ilerlemek yerine kolayı seçti. Rol modeli bir erkek yoktu belki ama, zor olan olmadan eksikliklerlede olabilmekti. Bende öğrendiğimi yapıyor, başkalarını suçluyordum önceden. İyice oldu, çektim karşıma kendimi, ailenin sana yüklediği saçma huylarından vazgeçeceksin kızım diye yapıştım yakama. Önce eksiklerim hatalarımı buldum sonra onları törpüledim düzelttim, şimdi küçük bir taş ev yapar gibi itinayla o katran olmuş inşaat pisliğini temizlendiğindeki rahatlıkla taş evime ruhuma bedenime güzellikler katmayadır çabam. Sorarım size istemez misiniz istediğiniz evi inşaa etmeyi?
27 Ekim 2025 13:57
“Dengenin Bedeli”
Aklım başıma geldiği günden beri hep vermeyi seçmiştim.
Belki bir söz, belki bir iyilik, belki de kalbimden kopan bir parça..
Ama fark etmeden o dengeyi hep kendim bozmuştum.
Vermeyi öğrenmiştim, ama almayı hiç becerememiştim.
Zamanla anladım, o denge şartmış.
Başkalarını suçlamak kolaydı, ama ben öyle yapmadım.
Kendime döndüm.
“Kimin ne yaptığı önemli değil,” dedim,
“Ben karşılığını verdim ama karşılık bekledim.
Vermeye söz vermemişlerdi ki…”
İşte orada sustum.
Birden içim rahatladı.
Çünkü ilk defa başkalarını karalamadan,
kendi payıma düşeni görmüştüm.
Sonra başladım kendimi arındırmaya,
Kendimi suçladığım şeylerden,
kendime ettiğimi fark etmediğim yaralardan.
Ve bir sabah aynaya baktığımda ilk defa “Ben oldum” dedim.
Sınırlar koydum.
Korkmadan, utanmadan.
İki evlilik geçirmiştim. Babam bile “hadi birisi kötüydü ikisi de mi?” demişti. Onlar kötü değildi belki ama benim aradığım sıcaklığını minnacık onlar veriyor demiştim ve ağzımın payını almıştım.
Ama kimse bilmiyordu,
o dikişte ne iplik vardı, ne iğne…
Şimdi iplik kendi elimdeydi,
iğnesi de tam yanımda.
İğne değil, çuvaldız işi artık.
Hata mı yapmıştım?
Belki.
Günah mı işlemiştim?
Olabilir.
Hak mı yemiştim?
Hiç sanmıyordu.
İyilik de, kötülük de benimdi.
Hepsi aynı defterde yazılıydı.
Sonra bir gün aldım iki çuvalı.
Birine yapılan iyilikleri koydum,
ötekine kötülükleri.
İkisini de tuttum,
ve gittim Araç Çayı’na fırlattım.
Bir veda gibi, bir arınma gibi.
Çuvallar suya değdiğinde
kalbimin içinden bir şey koptu,
ama ağlamadım.
Çünkü ben artık affetmeyi değil,
kendimi korumayı öğrenmiştim.
O gün anladım
bazen affetmemek de bir özgürlük.
28 Ekim 2025 10:51
Yumurtalı Ekmek ve Bürcük
Bana her gelişinde evi şenlendirirdi. Mutfağa girer, daha “hoş geldin” demeden hamur yoğurmaya başlardı. Ahh rahmetolası babaannem… Nur içinde, nur gölünde yatsın. Gözleri artık pek görmüyordu ama “Güneş gözlüğü bana iyi geliyor.” derdi hep. Sadece gece yatarken çıkarırdı.

Bir de her doktora gidişinde aynı şeyi söylerdi,
“Damarlarımdan fosfos hava çıkıyor.”
Ben önceden doktorun yanına girer, “Babannem birazdan böyle diyecek, siz de arada ‘öyle hava çıkması iyi olur’ deyiverin, gönlü olsun.” derdim. Doktor dedi mi, o hasta halindeki babaannem birden iyileşirdi.
En çok sevdiği şey, soğanlı, maydanozlu, haşlanmış yumurtalı taze ekmekti. Birkaç gündür keyfi yoktu, hiçbir şeyin tadı da.
Bir sabah erkenden taze ekmek aldım. Yumurtaları haşladım, içine maydanoz, soğan, pul biber koydum, karıştırdım. Yarım ekmeğin arasına yerleştirdim, mis gibi kokuyordu. Balkonda oturuyordu o sırada. Hevesle yanına gittim.
“Babaanne, bak! En sevdiğinden yaptım!” dedim.
O da aynı hevesle aldı ama bir lokma bile yiyemedi.
Ekmek sert diye söylendi bana. “Bunu nasıl yiyeceğim?” diye homurdandı.
Oysa o bunu çok severdi. Anlam veremedim yiyememesine…
Meğer gücü kalmamış, vedaya hazırlanıyormuş.
O gün ben de kendi evimde taşınma hazırlığı yapıyordum. İlk evliliğim bitmişti. Babaannemle birlikte yaşamaya karar vermiştik artık ev arkadaşı olacaktık. Yumurtalı ekmekten sonraki gün taşınacaktım.
Ama ertesi sabah erkenden telefon çaldı.
“Babaannen öldü, çabuk gel.” dediler.
O an içimden bir şey koptu.
Keşke o yumurtalı ekmeğin yerine başka sevdiği bir şeyi yapsaydım, belki bir lokma yiyebilirdi diye düşünürüm hâlâ.
2011’in o Mayıs sabahından bu yana içimden çıkamam o düşünceden.
Rahmetin bol olsun Bürcük…
Senin yerin hep mutfağın en sıcak köşesinde, taze ekmeğin kokusunda, yüreğimin içinde kaldı.
1 Kasım 2025 12:20












